Hac Büyük Buluşma
Kurban Yaklaşma
Bayram Allah’ın İkramı
Doç. Dr. Abdulvebbar Kavak
Haccın kelime anlamı Arapçada; gitmek,
yönelmek ve ziyaret etmek demektir. Hac,
dinen imkanı olan her Müslümanın kutsal
mekanları ziyaret etmesi ve bu süre zarfında belirli bazı
dini görevleri yerine getirmek suretiyle yaptığı ibadettir.
Bu kutsal görevi ifa edip tamamlayan Müslümana da
Arapçada hac, Türkçe de ise hacı denir.
Hac ibadeti sırasında ziyaret edilen mekanların başında
Allah’ın, “evim” diye nitelediği Kabe gelmektedir. Yüce
Rabbimiz bu mekanın önemini Kur’an’da bizlere şöyle
açıklar: “Şüphesiz insanların ibadet ve ziyareti için
kurulan çok mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı
olan ilk ev -ilk mabed-, Mekke’deki -Kabe-’dir.” (Al-i
İmran, 96)
Hac, Müslümanlığın en önemli şiarlarından, en kadim
ibadetlerden biridir. Bu ibadet, insanlığın yeryüzüne
gönderildiği günden bugüne, Allah’a verdiği sözde
duran kişilerin Rablerini anmak üzere bir araya gelip
buluştukları mukaddes bir zaman dilimi, ulvi bir görevdir.
Mahşeri bir toplantıyı andıran bu ziyaret, ahiret
yurdundaki toplantıya bir hazırlık mahiyetindedir.
Kur’an ve Sünnet Çizgisinde Bir Hayat:
Şeyh İzzeddin Haznevi (ks)
Dr. Cüneyt Gökçe
Suriye’nin Fransız işgali altında bulunduğu ve
Şam, Halep, Hama ve Humus gibi İslam kültür
merkezlerinin Fransızlar tarafından, havadan
bombalandığı 1925 yılında; Kamışlı’ya bağlı ilim ve irfan
merkezi Hazne köyünde; Kur’an ve zikir sedalarının yankılandığı
mütevazı bir evde, bir erkek çocuk dünyaya
gelir. Dinin şanını yükseltip yüceltmesi; İslam’ın şan,
onur ve izzetini yaşaması ve koruması duasıyla ismi
İzzeddin olarak belirlenir.
Kuşkusuz ilim ve irfan abidesi olan babası Şeyh Ahmed
Haznevi’nin bu ismi tercih etmesi tesadüfi bir olay değildir.
Bu bir yandan onun bir duası diğer yandan da ismi ile
müsemma olacağını -İlahi lütufla– hissetmesidir. İleride,
Sünnet-i seniyyeden ve Şeriat-ı garradan en ufak bir taviz
verilmesini kabul etmeyecek; dine ve tarikata bidatlerin
sokulmasına asla izin vermeyecek ve böylece dinin
onurunu izzetini yüceltecekti. Kuşkusuz bu peşin kabul
edilmiş muhteşem bir dua ve niyaz idi. Bu dua, tazarru
ve niyaz ile bu güzel isim verilir, yeni dünya misafirine:
İzzeddin.
Köydeki her çocuk gibi o da ailesinin şefkatli kucağında
büyür ancak onun diğer çocuklardan bir farkı vardır.
Zira o, köyde kurulu medrese ve tekkenin kurucusu
ve yürütücüsü; büyük alim ve mürşid Şeyh Ahmed
Haznevi’nin oğludur. Bu belki bir avantaj sayılırdı
ancak beraberinde ağır bir sorumluluk da yüklüyordu.
Bu yüzden denilebilir ki o, gözlerini medrese ve tekke
koridorlarında açar.
Kusursuz Güzellik: el-Kuddûs (cc)
Ahmet Edip Başaran
Güzellik kusursuzdur. Varlığın çeşitli veçheleri
karşısında kapıldığımız hayranlık seli, güzelin
ruhumuzda uyandırdığı hayret duyguyla ilgilidir.
Varlık, onu yoktan var edenden dolayı güzeldir.
Allah’ın cemal sıfatı bu güzellik fikrinin ana membaıdır.
Varlıktan bahsederek başladık çünkü bir önceki
el-Melik ismini şerh ederken, varlık üzerinde yegane
tasarruf hakkının sadece Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu
belirtmiştik. Biricik melik, hükümdar ve otorite O’dur.
İşte el-Kuddûs ismi biricik mülk sahibi olan Cenab-ı
Hakk’ın her türlü çirkinlik, noksanlık ve ayıplardan
münezzeh oluşunu ihtar eder. Bütün kemal sıfatları
kendinde toplayan, güzellik, iyilik ve faziletlerle övülen
yegane varlık O’dur. Cuma suresinin ilk ayetinde mealen
şöyle buyurulur: “Göklerdekiler ve yerdekiler, melik,
kuddûs, aziz ve hakim olan Allah’ı tesbih ederler.”
Kuddûs, sözlükte; temiz olmak manasındaki
kuds kökünden türemiş bir kelime olup; tertemiz,
pak, kusurdan arınmış anlamlarına gelmektedir.
Müfessirler buradaki temizliğin maddi kirlilik ve pisliğin
ortadan kaldırılması anlamına gelmediğine dikkat
çekerler. Kuddûs isminden alacağımız dersleri sorgularken
ilk elde bu hikmetin izinden yürümemiz şart.
İnsanı Kemale Erdirmede Tasavvufi Terbiyenin Rolü
Dr. Kübra Zümrüt Orhan
Kur’an-ı Kerim’de İlahi isim olarak Allah lafzından sonra en çok kullanılan
kelime olan Rab kelimesinin sözlük anlamı; bir şeyi kemal noktasına gelinceye
kadar kademe kademe inşa ederek geliştirmektir. Rab kelimesi; şefkat,
merhamet ve geliştirerek yaşatma gibi hususları ihtiva eder. Allah Teala, âlemlerin
Rabbidir. Dolayısıyla rab kelimesinin içinde barındırdığı bu merhamet ve geliştirerek
yaşatma gibi anlamlar, zerreden küreye, mü’minden kafire, karıncadan file bütün
varlıkları kuşatmaktadır. Allah’ın rahmet ve terbiyesinden nasiplenmemiş olan hiçbir
varlık yoktur. Allah, her şeyi Rab ismiyle terbiye eder, her şey varlığını O’ndan
(cc) alır, ihtiyaçlarını O’ndan (cc) talep eder, ihtiyaç anında O’na (cc) yönelir. Bütün
insanlar, elest bezminde, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verdikleri, “Bela
-Evet, Rabbimizsin-” cevabıyla, Allah Tealanın kendileri üzerindeki hakimiyetini,
kendilerini yaşatan, geliştiren, terbiye eden olma özelliğini kabul ve ikrar etmişlerdir.
Ömrümüzün Özeti: Son Nefes
Kâmil Yeşil
İnsan için en önemli soru, sonum ne olacak,
sorusudur. Aslında bu sorunun cevabı sürdürülen
hayatın içinde vardır. Çünkü son, bir
özettir. İnsan adım adım sona doğru gitmekle kalmaz,
yolculuk esnasında yanında neler bulunduruyorsa
onları da götürür. Bu durum, “Nasıl yaşarsanız öyle
ölürsünüz.” hadisi ile ifade edilmiştir. Hadis, “Nasıl
ölürseniz öyle haşrolursunuz.” diye devam ettiği için
biz Müslümanlar son nefesimizi çok önemseriz.
Acaba sonumuz nasıl olacak? Bu sorunun içinde, son
sözüm ne olacak, sorusu da vardır.
Üstad Necip Fazıl’ı arayışa götüren en önemli soru(n)
lardan biri bu olduğu için, onun arayış dönemi şiiri
Çile’de bu duygu, “Sonum varmış, onu öğrensem asıl.”
mısraı ile anlatılır.
Sonumuz ne olacak sorusunun karşılığı muhakkak ki,
öleceğiz cevabıdır. Bunu biliyoruz. Bilmediğimiz husus,
nasıl öleceğiz, sorusudur.
Rızkımızın Miktarını Allah Belirler
Sami Bayrakcı
Habib-i A’cemi (v. 747), Basra’da tefecilikle meşgul,
faizle iş gören bir sermayedardı. Basra’nın
çocukları dahi kendisine yaklaşmak istemez,
Basra halkı onun bedbaht bir kimse olduğuna inanırdı.
Bir dilenci ile yaşadığı diyalog sonrası Hasan Basri’nin
(ks) sohbet halkasında tevbe ederek takva yolunu tuttu.
Üzerindeki tüm borçları ve alacakları temizleyerek, hak
sahiplerine haklarını iade etti. Üzerinde bir hak kalmaması
için eşinin ve kendisinin elbiselerine varıncaya
kadar alacaklılara verdiği ve elinde avucunda hiçbir şey
kalmadığı rivayet olunur.
Eve Dön
Merkeze Dön
Ruha Dön
Mona İslam
İnsani varlık; ruh, nefs ve bedenden müteşekkil
bir üçlü yapıyı ifade eder. İster insanı
parçalı olarak intellekt, psişe ve fizik yapısıyla
düşünelim, ister bunları insanın birbirinden bağımsız
üç yönü olarak akli, psikolojik ve cisimsel belirlenimler
olarak görelim durum değişmez. Füsusü’l-Hikem
müellifinin Muhammed Fassı’nda dediği gibi ferdiyet
bu üçlü yapının adıdır ve bu üçlü ahenkle bir arada
olduğunda o insana fert denir. Modern dünyada fert
ifadesini gitgide kullanmaz ve yerine başka tarihsel
süreçlerin ürünü olan birey ifadesini kullanır olduk.
Bu iki ifade bir yönüyle aynı özü imler fakat değindiğimiz
gibi farklı medeniyetlerin, farklı tarihsel süreçlerin
ürünüdürler. Modern dünyada birey denildiğinde,
insanlara sürü muamelesi yapılmasından, güdülmekten,
güdülenmekten yani hayvan sayılmaktan veya
hayvani olana mağlup olmaktan uzak durma, bilakis
akli yahut modernitenin akıldan anladığı biçimde
rasyonel olma iddiasındaki modern felsefenin her şeyi
kendisine bina etmeye çalıştığı bir kavram olan bireyi
düşünmemiz gerekir. Oysa farkında olmasa da birey,
bu zamanda öne çıkışını, ahenkle dengesini buluşunu
şimdiki zamanın Muhammedi oluşuna borçludur.
Fert, asli olarak Efendimizdir (sas). O’na (sas) iman
etsin-etmesin O’ndan (sas) sonra gelenler, O’nun (sas)
ümmeti olduğundan bu temel nitelikten istidatlarınca
pay alırlar. Biz de O’na (sas) benzediğimiz, O’nun (sas)
dilinden işittiğimiz, mizanı bozmayın ayeti gereğince
denge içinde bütünlüğümüzü muhafaza ettiğimiz
sürece ferdiyetten nasipleniriz. İslam medeniyeti gerek
Efendimizi (sas) örnek göstermesi, gerek insan aklını,
insan fıtratını, dünyevi var oluş tarzını düşüş olmaktan
imtihan olmaya dönüştüren yapısıyla beşeri varlığı
temize çıkarır, bireyi muhatap alır.
Yüce Bir Birliktelik:Sohbet
Ömer Aslan
Haccac-ı Zalim hakkında şöyle bir hikaye rivayet
edilir: “Haccac’ın boynunun vurulmasını
emrettiği bir adam kendisine şöyle demişti:
Beni öldürmeden önce emire söylemeyi arzu ettiğim bir
şey var. Haccac, söyle deyince, adam: Ey emir! Ellerim
bağlıyken, birlikte şu evi başından sonuna kadar yürümeden
sana onu söylemeyeceğim. Bu konuda emir için
bir sıkıntı olmadığı gibi hakkımdaki iradesini engelleyecek
bir şey de yoktur.
Bunun üzerine Haccac, yardımcısına, onu bana getirin,
der. Haccac, onunla birlikte yürümeye başlar ve ne
söyleyeceğini duymak ister. Evin son kısmına ulaştıktan
sonra bulundukları yere dönerler. Adam şöyle der:
Soylu kimse bir anlık arkadaşlığın [sohbetin] hakkına
riayet eder. Emir bu yürüyüşte bana arkadaşlık etti, ben
de kendisine arkadaşlığa riayet ettim. Emir arkadaşlık
hakkına riayete daha layıktır.
Bunun üzerine Haccac, şöyle der: Onu çözün! O doğru
söyledi ve akıllı bir şekilde beni uyardı. Şayet bu adamı
öldürürsem, çok üzülürüm.
Sonra, ona bolca hediyeler verilmesini emretti, yanında
kalmasını ve onunla arkadaşlık etmesini arzu etti.
Adam onun yanında kaldı mı, kalmadı mı bilmiyorum.
Ancak sohbete vefa ve riayet konusunda duyduğum en
güzel hikayelerden biridir bu.”
Şeyh-i Ekber’in Fütûhat-ı Mekkiyye’de aktardığı bu
hikaye sohbet konusunun özeti gibidir.
(Yazıların tamamı derginin Temmuz, 2020 sayısında.)