Hacca gitmek üzere çok söz söylenebilir, söylenmistir. Ama bir de hacca gidememek var ki, üzerinde çok az durdugumuz bir meseledir. Hacca gidenler çok sey anlatir da, onun hasretiyle yanip tutustugu halde gidemeyenlerin sessiz çigliklari var ki, daha fazla sey anlatir duyabilenlere.
Bundan dolayi haccin güzelligini bir de, hacca gidemeyenlerin hüznünde, bu sene de olmadi, diyenlerin gözyaslarinda aramak gerekir derim. Bir ibadet ki, gidenleri kadar, hatta belki daha fazla gidemeyenleri gözyaslarina bogar. Tabii ki bir de gidip de dönmeyenler, dönemeyenler, dönmemek üzere gidenler var ki, bu apayri bir bahis. Çünkü gitmek mi zor, dönmek mi, çok da bilinmez. Ömrünün son demini Mekke’de, Medine’de geçirip son nefeslerini orada vermek isteyenlerin, bunun için dua edenlerin sayisi hiç az degil çünkü.
Surasi kesindir ki; bazen onu çokça isteyip de gidemeyenler, gidenlerden daha büyük sevaba ve magfirete erer. Gidememenin verdigi aci, bazen olur ki Allah Teala indinde, bir hacdan daha fazla bir mükafatla karsilik bulur. Ayette, Peygamber Efendimizle birlikte savasa katilamayanlarin durumu anlatilir, acilarindan ve gözyaslarindan övgüyle söz edilir. Ayni durum hac konusunda da konusulabilir.
Hac tefekkürdür...
Merhum Turgut Cansever, haccin bütünüyle bir tefekkür oldugunu, tüm simgelerin bir büyük fikir ummanina kapi araladigini belirtmisti bir konusmasinda. Hoca, tavaftan sa’ye, seytan taslamadan vakfeye tüm bu merasimlerin Müslümanin günlük hayatinda tekabül ettigi derin bir mana olduguna isaret etmisti. Evet, hac eda edilip dönülen, geride birakilan bir hareketler ve seramoniler toplami degildir. Bir yapinin etrafinda dönmek, bir tepeden bir tepeye gidip gelmek, bir çukura tas atmak, bir dag/tepede durmakla haccin formaliteleri tamamlanir. Ama ya manasi?
Dolayisiyla büyükler haccin bitirilen bir ibadet olmadiginin, hayata eslik eden, ona karisan, ömür boyunca insana yön veren bir manasi oldugunun hep altini çizmislerdir.
Müslümanlarin gönlünde hac, yolunda her seyin feda edilebildigi bir ibadettir. Buna can da dahil. Hac yolundaki karincanin hikayesi meshurdur, anlatilir: Uzak diyarlardan, ancak mercekle görülebilen o küçücük ayaklariyla daglari, ovalari asip Mekke’ye varmayi hedefleyen karincaya, buna ömrünün yetmeyecegi, oraya varmak için onyillar gerektigi söylenmis ve “Hacca varmadan telef olursun, ölürsün, gel vazgeç!” dediklerinde, “Iyi ya” demis karinca, “varamasam da o yolda ölürüm en azindan.” Bu menkibe, meselemizi özetliyor aslinda: Bir seye niyet etmek ve niyeti amele dönüstürmek en temel vazifemizdir. Yoluna bas koydugumuz isin bitip bitmemesi, basarilip basarilmamasi bizi asan bir iradedir ve biz ondan mesul degiliz.
Ve kurban...
Kurban bizi, sadece Allah’a degil birbirimize de yaklastirir.
Ifadeyi söyle düzeltebiliriz: Allah’a yaklastiran tüm ibadetler, zaten insani insana da yaklastirir. Sufiler, Allah’a giden yolun insanlardan geçtigini, insanin insanla imtihanini basarmadan, münasebetini dogru bir zemine oturtmadan Allah’a varilamayacagini ifade ederler. Meshur ifadeyle söylersek, “Allah, insana, insandan tecelli eder.”
Bu durum kurban için de söz konusudur: Kurban, bir yönüyle bizi birbirimizden uzaklastiran, aramiza duvarlar ören nefs ve kibir putlarini yikmakta, öte yandan akittigimiz kanla içimizdeki hayvani vahseti ve öfkeyi de bosalmaktadir. Kurbanin maddi olan kismini, etini dagitmakla da aramiza her ne girdiyse onu elimizin tersiyle itmis olur, kardesligi ve merhameti yeniden hatirlamis oluruz. Mesele bu sadelikte ve bu yalinliktadir.
Bayraminiz bayram olsun.
Kurbaniniz kurban olsun.