Mekke sokaklari alev alev yaniyor.
Termometre 40 derecenin bazen üç
bazen bes derece üstünde. Sicaklik
sadece gökyüzünden degil adeta
ses cihetten geliyor. Yeryüzünün
bir baska cografyasinda olsa sokaga
çikmaktan imtina edecegimiz,
sikayetlenmekten kendimizden
geçecegimiz bu havada binlerce
insan kisa mesafeli araliklarla hep
ayni yöne dogru yürüyor. Mekke
sokaklarinda hayat hep Kâbe’ye
akiyor.
Afgan, Paki, Bengal, Hint, Arap,
Türk… Yetmis iki milletten insan
pervane misali sem’e kosuyor. Ejyad
Caddesi’nde, Abdülaziz Kapisi’na
dogru ilerlerken parlak siyah derisiyle
iri yari bir Afrikali’ya takiliyor
gözüm. Normal hayatta insani korkutacak
o iri cüssesi, burada insana
cesaret ve güven veriyor. Yüzü piril
piril, apaydinlik. Insani kendisine
hayran birakan asil bir rengi var.
Siyahin asaletin rengi oldugunu hep
düsünsem de bu rengin bir insanin
derisinde beni böyle etkileyebilecegini
hiç tahmin etmemistim.
Elinde doksan dokuzluk iri taneli
tespihiyle o kadar samimi ve içten
bir sekilde dudaklari kipirdiyor ki
vücudunun tüm zerrelerinin ayni
anda muhtesem bir uyum içinde
diline ve kalbine eslik ettigini
somut bir sekilde görüyorsunuz.
Bu sahnenin büyüsüne kapilmis
halde adimlarimi yavaslatiyorum.
O devasa bedenin içindeki derin
teslimiyet, kalbimin derinlerinde
bir yerlere dokunuyor, ruhumda
dalgalar yaratiyor. Kâbe’ye dogru
ilerlerken içimdeki tüm dünya kaygilari,
o dev siyah bedenin sükuneti
ve huzuru karsisinda eriyip gidiyor.
O dev cüsse içinde yasadigi hiçlik
hissi, adeta her bir uzvuna sinmis o
derin sakinlik, benim içimdeki firtinalari
dindiriyor, beni de bir parça
olsun bu huzura yaklastiriyor.
Varlik iddiasini bir kenara birakip
kainatin binlerce yillik akisinda
kendimi kaybediyorum. Yoklukta
varligin tadini buluyor, O’nun
evinde, O’nun kullariyla birlikte
eriyip yok olma fikrine teslim oluyorum.
Yazinin tamami derginin Eylül, 2024 sayisinda.