Ebu Zer el-Gifari (ra)
Doç. Dr. Ibrahim Tozlu
Teslimiyet ve sadakatiyle
meshur, imanda Bedevilerin
öncüsü, gösteristen
uzak yasantisiyla tevazu
ehli, cihat meydanlarinin yigit
neferi, dogrulari söylemekten asla
çekinmeyen hakikat sözcüsü, dünyevilesen
insanlara ve hadiselere
meydan okuyan cengaver, kinayanin
kinamasindan korkmayan
mert insan, ilmin membainda
yetismis alim sahabi, zahit, gözü
pek mücahit, fikirleri kabul gören
istisare ehli Ebu Zer Hazretleri
Araplarin iki önemli kolundan
biri olan Adnanilere mensup Gifarogullari
kabilesindendi. Bu kabile
mensuplari Cahiliye devrinde yollar
üzerinde yaptiklari soygunlarla
meshurdu. Mekke ve Medine arasinda
Medine’ye yakin bir yerde
ikamet ediyorlardi. Hatta Resulullahin
annesi Amine’nin kabrinin
bulundugu Ebva’ya oldukça yakin
mesafedeydiler. Yakinlarindaki
meshur Bedir kuyusu da onlara
aitti. Her ne zaman Mekke’ye
giden bir kafile görseler -velev ki
bunlarin niyeti Kabe’yi ziyaret bile
olsa- onlarin mallarini yagmalayip
alirlar hatta meshur haram
aylara bile itibar etmezlerdi.
el-Halim (cc)
Ahmet Edip Basaran
Insan sosyal bir varlik. Çok farkli ortamlarda çok farkli insan tipleriyle karsilasiyoruz. Hayati ve insani ögrenme tecrübesi de bu karsilasmalarin toplaminda uç buluyor daha çok. Insan böylece bir anlam/deger ve karakter dünyasi ediniyor. Bizi sevenler oldugu kadar bize kizanlar, bizde bir öfke ve nefret hissi uyandiran insanlar da var etrafimizda. Bu, dünyanin yaradilistaki kodlariyla ilgili daha çok. Çünkü burasi bir imtihan yurdu, cennet degil. Iste bizi bir Müslüman olarak bir sahsiyet idealine kavusturacak meziyet, bu öfke ve nefretin ortasinda, ugradigimiz haksizliklar karsisinda kendimize ne kadar sahip çikabildigimizde temayüz eder. Elbette sadece kötülükler karsisinda degil güzellikler karsisinda da bir Müslümani digerlerinden ayiran fark, nazarindaki Ilahi terbiyede tecessüm etmelidir. Etmiyorsa nazarinda ve eyleminde bir nakisa vardir.
Seyh Galip Hazretleri
Islim Gümüstekin
Asil adi Mehmet Esad olan Seyh Galip, 1757’de Istanbul Yenikapi’da dünyaya geldi. Babasi sair ve alim olan Mustafa Resit Efendi, annesi Emine Hatun’dur. Babasi ve dedesi Mevleviolan bir aile içerisinde yetisen Seyh Galip, çok küçük yaslardan itibaren temel egitimlerini babasindan almis, babasi ona öncelikle Farsça dil egitimlerini verdikten sonra Hazret-i Mevlana’nin Mesnevi’sini okutmustur. Bundan sonraki süreçte Galata Mevlevihanesi seyhi Hüseyin Dede ve Hoca Neset Efendi’den dil ve edebiyat dersleri almis ve Hamdi Efendi’den Arapçayi ögrenmistir. Seyh Galip, düzenli bir medrese egitim almamakla birlikte o devirlerde edebiyat, musiki ve tasavvuf mektebi mahiyetinde olan Mevlevihanelerde kisa bir süre içinde önemli bir asama kat eder ve henüz çocuk yastayken siir yazmaya baslar. Gerek aile muhitinin Mevlevi olusu ve gerekse de onun Mevlevi tekkesinde Islami klasik egitimini tamamlamis olmasi daha küçük yaslardan itibaren Hazret-i Mevlana sevgisinin Seyh Galip’in gönlüne yer etmesine vesile olmus ve bu yolda onun da gönül atesi Ilahi askla yanmistir. Asktan yetisenin yolu da sözü de hayatinin anlami da aska gider. Bir hayli erken bir yasta, 24 yasinda Divan sahibi olan Seyh Galip, 26 yasinda büyük bir basyapit kabul edilen Hüsn ü Ask eserini 6 ayda tamamlamistir. Bu eserlerde ilk kullandigi mahlasi “Esad” iken daha sonra “Galip” mahlasini tercih etmekle birlikte bazi “Esad Galip” mahlasini da kullanmistir.
Kurbiyet
Zehra Demir
Mukarreb, yakin olmak ve
yaklasmak anlamindaki
“kurb” kökünden türeyen
bir sifattir. Kavram
mekansal bir yakinligi ifade ettigi
gibi kiymet ve degerin yüceligini de
ifade eder. Biri Hakk’in kuluna, digeri
kulun Hakk’a yakin olmasi seklinde iki
türlü kurbtan bahsedilebilir. Bunlardan
Hakk’in yakinligi O’nun (cc) Karib
isminin tecellisidir. Öyle ki, “Biz ona
sah damarindan daha yakiniz.” (Kaf,
16); “Ben yakinim, dua edenin çagrisina
icabet ederim.” (Bakara, 186) mealindeki
ayetlerinde kendisi bunu bizzat
bildirmistir. Diger yandan bu ayetler
Allah’in kuluna olan yakinliginin
hem derecesini hem de niteligini ifade
etmektedir. Dereceden kastettigimiz
zamandan ve mekandan münezzeh
olan Allah’in her seye o seyden daha
yakin olusudur. Ilim ve kudret sifatlari
bu yakinligi gerektirmektedir. Yakinliginin
tezahürlerinin ise ya kulun dua,
tevbe ve bagislanma istegine olumlu
cevap vermesi ya da lütuf ve kerem
kabilinden ihsanda bulunmasi seklinde
olabilecegi anlasilmistir.
Allah’in kulu ile kurdugu yakinligin
yaninda kulun da Allah’a yaklasmasi
söz konusudur. Kulu Allah’a yaklastiran
ve onu mukarreb vasfina nail
olmus kimselerden yapan sey yine
ayetlerde belirtildigi üzere iman ve
salih ameldir. Salih amel kabilinden;
Allah’a yakinlik ümidiyle infakta
bulunma, Allah yolunda mali ve cani
ile cihat etme özellikle belirtilmistir.
Ebu Ali Farmedi Hazretleri
Merve Sagan
Asil adi Ebu Ali Fazl bin Muhammed el-Farmedi
et-Tusi olan zat Hicri 401/ Miladi 1010-11 yilinda
Tus yakinindaki Farmed köyünde dünyaya geldi.
Dogum tarihini 1016-17 olarak kabul edenler de
bulunmaktadir. “Rüknü’l-Islam”, “Kutbü’z-zaman”, “Seyhü’l-
mesayih” gibi unvanlarla da taninan Ebu Ali el-Farmedi,
ilk ögrenimini Saba’da almis, ardindan Nisabur’a giderek
meshur sufi Abdülkerim el-Kuseyri’nin medresesine girmis
ve kisa sürede onun en seçkin talebelerinden olmustur.
Ebu Ali el-Farmedi, Nisabur’da bulundugu süre içerisinde
Ebu Said Ebü’l-Hayr’inda sohbet ve sema meclislerine katilmis,
onun feyzinden ziyadesiyle istifade etmistir. Ebu Ali
el-Farmedi ayni zamanda diger dini ilimleri de Ebu Abdullah
Muhammed bin Muhammed Sirazi, Ebu Mansur Abdülkahir
et-Temimi el-Bagdadi, Ebu Abdurrahman Neyli, Ebü’l-Hasan
el-Müzekki ve Ebu Osman es-Sabuni gibi önde gelen birçok
alimden tahsil etmistir.
Haris Muhasibi Hazretleri
Dr. Kutbeddin Akyüz
Muhasibi Hicri 165-
170 (Miladi 781-786)
yillarinda Abbasilerin
hakimiyeti altinda
bulunan Basra’da zengin bir
ailenin çocugu olarak dünyaya
geldi. Köken itibariyla
Basrali olup Araplarin Rebia
kabilesinin Aneze koluna
mensuptur. Nefs muhasebesine
verdigi önemden dolayi
kendisine “nefsi sigaya
çekmek”, “kisinin bilincini
sorguya çekmesi” veya “iç
murakabe” anlamlarina
gelen “muhasebetü’n-nefs”
ibaresinden hareketle
“Muhasibi” ismi verilmistir.
Ilk egitimini Mutezili düsüncenin
hakim oldugu Basra’da
yine Mutezili taraftari olan
babasinin gözetimi altinda
alan Muhasibi, burada bir
müddet hadis ilmi tahsil etti
ve böylece adi geçen ekolün
görüslerini daha yakindan
tanima firsati buldu. Buradan
hareketle gençliginin ilk
yillarinda Mutezile’den etkilendigi
de aktarilan hususlar
arasindadir. Bununla birlikte
o, asil ilmi tahsilini Bagdat’ta
gerçeklestirdi. Orada
dönemin ünlü alimlerinden
Veki‘ bin Cerrah, Süleyman
bin Davud, Ebu Ubeyd Kasim
bin Sellam’dan basta kelam,
hadis ve fikih olmak üzere
dini ilimleri ögrendi. Safii
mezhebinin kurucusu Imam
Safii’den de istifade ettigi
nakledilir. Aldigi egitimin
kendisini Mutezile karsiti
bir konuma getirdigi anlasilan
Muhasibi’nin, babasinin
söz konusu düsünceye sahip
olmasindan dolayi Islam’a ve
Kur’an’in koydugu kurallara
karsi geldigini -ilhad- iddia
etmis ve bunun neticesinde
de vefatinin ardindan babasindan
geriye kalan yüklü
bir mirasi “iki farkli dine
mensup olanlar birbirlerine
mirasçi olamaz” diyerek reddetmistir.
Musibetler
Emine Osmanoglu Bengi
Insan bazen basina gelen musib
etlerin kendi hatalarindan
kaynakladigini düsünür ya da ayni
sekilde elde ettigi kazanimlarin da
yine kendi gayretiyle oldugu gafletine
düser. Oysa gerek karsi karsiya
kaldigi sikintilar gerekse de elde
ettikleri, kendi çabalari disinda
bir sebepten kaynaklanmaktadir.
Kur’an-i Kerim’de,“ Insan var ya,
Rabbi ona imtihan için ikramda
bulundugunda ve onu nimetlere
bogdugunda, ‘Rabbim bana ikram
etti.’ der -mutlu olur-. Onu imtihan
edip rizkini daralttiginda ise,‘Rabbim
beni önemsemedi.’ der -mutsuz
olur-.”(Fecr, 15-16) buyurulmaktadir.
Bu ayetle yüce Allah, varlik ve
yoklugun kimi zaman imtihan amaciyla
kulun basina geldigini haber
vermektedir. Kul, verilen nimetleri
kendi çabalariyla hak ettigini düsünürken;
nimetin kesilmesini ise
imtihan olarak görmektedir. Oysa
anlasilacagi üzere kulun imtihani
her zaman yokluk ya da sikintilarla
degil ayni zamanda varlik ve
nimetlerle de olabilmektedir. Dolayisiyla
insan sahip oldugu nimetler
için Rabbine sükretmeyle, kaybettikleri
ya da karsi karsiya kaldigi
sikintilara da sabretmeyle imtihan
içerisindedir. Bu sebeple insan hayrin
da serrin de Allah’tan bir imtihan
oldugunu unutmamali; nimetlerine
karsi sükrü, musibetlerine karsi ise
teslimiyet ve sabri birakmamalidir.
Ancak Allah Bildirirse Bilebiliriz
Dr. Abdullah Taha Orhan
Sufilere göre insan gerçek bilgi karsisinda edilgen konumdadir. Bilgiyi insan yaratamaz, yoktan var edemez hatta insa dahi edemez. Diger taraftan bilgi mutlak iyi, dogru ve güzel olmak zorunda da degildir, bilgi bilinene göre deger kazanir. Bilinenin niteligine göre faydali veya faydasiz, gerekli veya gereksiz, dahasi iyi veya kötü, dogru veya yanlis olabilir bilgi. Bilgiyi ayirt eden esas sey amacidir. Bilgi edinmenin bir amaci olmalidir. Amaçsiz edinilen bilginin dedikodu, eskilerin tabiriyle lafügüzaf oldugunda süphe yok. Bilgi bilgiyi dogurur, kendine çeker. Faydali bilgi faydaliyi çeker, gereksiz gereksizi. Bu bir döngü olusturur.
Sufiler insanin ancak eylemle gerçek bilgiye ulasabilecegini söylerler. Evet insan hazir bilgilere ulasabilir, onlari ezberleyebilir fakat bunlari kullanmadikça o bilgiyi gerçek anlamda kazanmis sayilmaz. Çünkü tecrübe edilmemis bir bilgi onun için henüz zan düzeyindedir. Bilginin dereceleri vardir ve henüz teyit edilmemis bilgi zan düzeyindedir. Taklittir. Iman da bir bilgi çesididir ve dereceleri vardir. Mü’minin hedefi taklitten tahkike geçmek, zanni bilgiden yakine ulasmaktir. Bu ise ancak her bilinenin en güzel sekilde, ihsan ile hayata geçirilmesiyle mümkün olacaktir.
Düdügü Parayi Veren mi Çalar?
Kamil Yesil
Nasreddin Hoca’nin fikrasini
hemen herkes bilir ve
anlatir. Hoca’nin tebessüm
ettirirken ders verdigini de
biliriz ve tekrar ederiz. Ancak Hoca’dan
gerekli dersin alinmasi için fikralarin
dogru anlasilmasi gerekir. Parayi veren
düdügü çalar, fikrasi genel anlatimiyla
söyledir:
Nasreddin Hoca bir gün esegine binmis,
pazara gidiyormus. Çocuklar
hemen etrafini sarmislar. Hoca’ya
nereye gittigini sormuslar. Pazara gittigini
ögrenince hep bir agizdan “Bize
düdük getir, bize düdük getir.” diye çigrismislar.
Ancak para veren olmamis.
Hoca çocuklara gülümseyerek bakmis,
basini sallamis. Çocuklardan yalniz
biri Hoca’ya, “Su parayla bana bir düdük
getirir misin?” demis.
Hoca parayi almis cebine koymus.
Aksama dogru Nasreddin Hoca’nin
pazardan döndügünü gören çocuklar,
merakla yoluna çikmislar. Nasreddin
Hoca, cebinden bir düdük çikarip kendisine
para veren çocuga uzatmis.
Çocuk sevinçle düdügünü öttürmeye
baslamis. Ötekiler seslenmis: “Hocam,
hani bize düdük, hani bizim düdükler?”
Hoca Nasreddin çocuklara gülümsemis
ve sag elinin bas parmagi ile isaret
parmagini birbirine sürtmüs: “Parayi
veren düdügü çalar.” demis.
(Yazilarin tamami derginin Haziran, 2023 sayisinda.)