SA'D BIN EBU VAKKAS
DOÇ. DR. IBRAHIM TOZLU
Siyah saçliydi. Orta boyluydu. Güçlü
kuvvetli, yapiliydi. Keskin bakisliydi.
Usta biniciydi. Ata binmek, ok atmak
onun saniydi. Cennetlikti. Askeri
taktikleriyle bir dehaydi. Annesi
Hamne, Peygamberimizin annecigi
ile ayni kabileden Zühreogullarindan
geliyordu. Ne var ki Sa’d, Islam’a
girdiginde ona ilk karsi koyan da
annesiydi. Islam’dan vazgeçmedikçe
hiçbir sey yemeyecegine, kendisiyle
konusmayacagina, ölümüne yemin
etti: “Açliktan ölürsem herkes seni
anne katili olarak kinayacak!” dedi.
Annesine ne kadar düskün oldugunu
bilmeyen yoktu ancak can evinden
vurmustu ilk imtihani onu. Henüz
17 yaslarindaydi Islam’i ilk kabul
ettiginde. Erkeklerin de üçüncüsü.
Önce mana âleminde gönlü hazirlanmis,
düsünde karanliklar içinde
bulmustu kendini. Derken bir dolunay
önünü aydinlativerince fark etmisti
o üç kisiyi. Biri Ebubekir diger ikisi
Ali ile Zeyd bin Harise idi. Rüyasini
kadim dostuna anlatinca diger genç
mü’minler gibi onu da Resulullah ile
bulusturmustu Hazret-i Ebubekir. Ne
var ki onun vesile oldugu, dini yasamak
isteyen bu gençler üzerinde
gerek ailelerinin gerekse toplumun
baskisi had safhadaydi. Hazret-i Sa’d,
“Senin bin canin da olsa ben bu dinden
vazgeçemem!” deyince annesi
çaresiz kalmis, iman da etmemisti.
Günlerce devam etmisti annecigiyle
bu imtihani Sa’d’in. Yasadiklarini
Resulullaha anlatinca Talha bin
Ubeydullah, Ebu Ubeyde bin Cerrah,
Zübeyr bin Avvam gibi diger genç
mü’minlerin de kalplerini sükunete
eristiren en büyük müjde, ötelerin
ötesinden gelmis, bu genç sahabiler
hakkinda su ayet indirilmisti: “Biz,
insana, ana-babasina iyi davranmasini
tavsiye etmisizdir. Eger onlar,
seni, hakkinda bilgin olmayan bir
seyi körü körüne bana ortak kosman
için zorlarlarsa, onlara itaat etme.”
(Ankebut, 8) Ancak yara çok derindi.
Müsrikler gençler üzerinden namaz
ve ahiret inançlariyla alay ederek
dünyevi arzulari dillerine pelesenk
ediyorlardi. Bu mü’min gençlerin
dayanismasi o kadar önemliydi ki
Mekke günlerinde indirilen Lokman
suresinde yine anne babanin körü
körüne onlari sirke zorlamalarina bir
kez daha dikkat çekilecek, “Onlarla
dünyada iyi geçin!” (Lokman, 15) buyurulacakti.
Böylelikle gönüller, “Allah,
hiçbir adamin içine iki kalp koymadi.”
(Ahzap, 4) tevhid akidesine hazirlanacakti.
el-HALIK
AHMET EDIP BASARAN
Her seyi yoktan var etmek sadece
Cenab-i Hakk’a mahsustur. Bu çerçevede
el-Halik ismi fiiliyata dönük bir
isimdir ve Allah’in kainatin yegane
yaraticisi v e y öneticisi o lma d urumunu
içerir. Bu özellikleri haiz baska
bir mabud yoktur. Kur’an-i Kerim’de
Allah’i birakip baska mabudlar arayan
kavimlerin acikli durumlari da bu
çerçevede zikredilir. Haliyle halk ve
halik kavramlarinin Cenab-i Hak’tan
baskasina nispet edilemeyecegi
hususu da özellikle vurgulanir. Kulun
bu isimden almasi gereken dersin
basinda bu Ilahi takdir gelmektedir.
Ezeli ve ebedi yegane takdir edici olan,
kainati yoktan var eden, insani yaratan
sonra kutlu bir emanetle dünyaya
getiren, yaratmasi anlik olmayan
sürekli yaratmaya devam eden biricik
ve tek mabud Cenab-i Hak’tir. Aksini
düsünmek sirkin kapilarini aralamakla
esdegerdir ve insani varlik
ve var olus karsisinda savunmasiz
birakir. Bu çerçevede kul, basina
gelen ve gelmeyen bütün mukadderati
sadece O’ndan (cc) bilmeli, O’na (cc)
yönelmeli, duasiyla tazimiyle sadece
O’na (cc) yalvarmalidir. Insanin yeryüzü
serüveninde biricik iltica yeri
Cenab-i Hakk’in makamidir. O esige
geldigimizde kendimizi Seyh Galip’in
o meshur dizelerindeki teslimiyet
vecdi içinde buluruz: “Tedbirini terk
eyle takdir Hüda’nindir / Sen yoksun
o benlikler hep vehm ü gümanindir.”
Varligin bu Ilahi takdir anlayisiyla
bilinmesi, kulun zihnindeki muhtemel
sirk tozlarini bertaraf eder. Kalbi
berraklastirir. Kul bilir ki, kainatta
tesadüf ve rastlanti diye bir sey yoktur.
Her sey Ilahi takdir içinde cereyan
etmektedir. Kuslar da o Ilahi kaderle
uçmaktadir. Günes, ay, dünya, kainat,
mevsimler o takdirin tasarrufuyla bir
Ilahi ahenk içinde dönüp durmaktadir.
Insan da o Ilahi takdirle dünyada
dogumdan ölüme bir yolculugu, bir
seyrüseferi sürdürmektedir.
DÜNYAYI DEGERLI KILAN NEDIR
SAMI BAYRAKCI
Sufilerin büyüklerinden Ebu Bekir
Muhammed bin Musa el-Vasiti (v.
932) hakkinda bir eczacidan söyle
bir olay nakledilir: “Ebu Bekir Vasiti,
bir gün camiye giderken dükkanimin
önünden geçiyordu. Bu sirada ayakkabisinin
ipi kopmustu. ‘Seyhefendi,
izin verirseniz düzelteyim.’ dedim.
‘Olur, düzelt.’ dedi. Ayakkabisini tamir
ettim. Bana, ‘Bu ip neden koptu biliyor
musun?’ dedi. ‘Siz söylemedikçe
bilemem.’ dedim. ‘Bu Cuma için gusül
almamistim, ondan oldu.’ dedi. ‘Efendim,
suracikta bir hamam var, girer
misiniz?’ dedim ve kendisini hamama
götürdüm. Orada yikandi.” (Kuseyri,
er-Risale, haz.: Süleyman Uludag, Dergah
Yayinlari, Istanbul 1978, s. 119)
KABUL ETMENIN SIFASI
GÖKHAN ERGÜR
Kendimize, ailemize, dostlarimiza,
maddi gücümüze ve sahip oldugumuz
makama inanip dünyaya
meydan okuyabiliriz fakat tüm
bunlar saniyeler içinde yerle bir olabilir.
Güvendigimiz dostlar, sahip
oldugumuz imkanlar, sagligimiz,
mutlulugumuz bir anda kaybolabilir.
Bunlari söylüyorum çünkü insanlarin
kendilerinden ve dünyadan çok emin
konustuklarina sahit oluyorum. Emin
olmak güzeldir ama her an kaybedebilecegimiz,
terk edebilecegimiz bir
dünyada sahip oldugumuz seyler hakkinda
bu kadar emin konusmak onlari
kaybettigimizde derin bir hüzne sebep
olabilir. Insanin dünyadaki gücü ve
ömrü sinirlidir, bu sinirli alan içerisinde
kazanmak kadar kaybetmek de
var, iste biz bu ikinci ihtimali de göz
önünde bulundurup hayatimizi buna
göre insa edersek hayatimizi daha
anlamli bir yer haline getirebiliriz.
Insanin dünyada kendisine yapabilecegi
en büyük iyiliklerden bir tanesi,
kabul etmeyi ögrenmektir. Zorluklari,
hastaliklari, musibetleri, mutsuzluklari
kabul etmek, mutlulugu ve hazzi
hayatimizin odak noktasi haline
getirmemek insanin ruhsal dayanikliligini
arttirir, travmalara ve
sarsintilara karsi dirençli hale getirir
ve savrulmalari önler. Insan, dünyadaki
acilari ve karanligi kabul ettigi
ölçüde güçlenir ve olgunlasir. Burada
bahsettigimiz kabul, pasif bir eylem
degildir. Aktif bir sekilde; dünyayi,
hayati, kaderi arastirmak, izlemek,
düsünmek, fikir üretmek ve nihayetinde
de kabul etmektir. Kabul etmek
teslim olmak degildir, susmak, boyun
egmek, tepkisiz kalmak hiç degildir.
Kainatin ve insanin varlik âlemindeki
yerini fark edip buna uygun
yasamaktir. Kabul etmek bir yönüyle
de tevekkül etmektir. Bu dünyada
inançlarimiz dogrultusunda iyi bir
Müslüman olmak için; gücümüzün
ve imkanlarimizin yettigince çabalayip
gayret göstermemiz ve sonrasinda
da dünyadaki sinirli gücümüzü fark
edip yüce Allah’in bizler için uygun
gördügü kaderi kabul edip riza göstermemiz
gerekiyor. Bu tutum bizler için
hem sifa hem de teselli kaynagidir.
Çünkü içinde bulundugumuz evrende
bizi bizden daha çok düsünen ve kollayan
bir gücün oldugunu bilmek
ruhumuza derman olur, yaralarimizi,
kirginliklarimizi sarar. Kendini
bilenlerden ve basina gelenlerden razi
gelenlerden olmak duasiyla.