TÜRKISTAN’IN MÜRSIDI:AHMET YESEVI (ks)
CANKAT KAPLAN
Türkistan
Türkistan Türklerin yurdu manasina gelir. Ayni anlama gelen Turan ismiyle birlikte kullanimi uzun bir süreye dayanan bu terim temelde Orta Asya cografi bölgesini isaret etmek için kullanilir ve sinirlari Bati’da Ural nehri ve Hazar denizi, doguda Altay dagi ve Çin hududu, güneyde Iran ve Afganistan, kuzeyde Tobol ve Tomsk vilayetleridir. Türkistan denilen bölge, Avrupa kitasinin üçte biri büyüklügündedir ve su anda Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Rusya ve Çin ülkeleri topraklarinin bir kismini kapsamaktadir.
Türkistan bölgesinden göç eden dervisler özellikle Anadolu’nun Islamlasmasinda belki de en önemli rolü oynamislardir. Buhara, Semerkand, Kasgar, Azerbaycan, Tebriz, Siraz, Isfahan, Hemedan, Horasan, Belh, Herat, Tacikistan ve Acem’den gelen dervisler, belki de Islam tarihi boyunca tedvin edilmis tüm silkleri Anadolu’da yaymis ve burayi darü’l-Islam haline getirmislerdir. Bilindigi kadariyla Naksibendiye, Yeseviye, Bektasiye, Kübreviye, Nurbahsiye, Mevleviye, Halvetiyye, Semerkandiye, Vefaiye, Zeyniye ve Misriye tarikatlari Türkistan’dan gelen maharetli ve digergam dervisan ve mesayih tarafindan Anadolu’ya tasinmis ve Anadolu onlarin elinde tüm bu turukun ve daha fazlasinin menbai yapilmistir.
Söze Türkistan’dan baslayinca ve bu cografyayi Anadolu ile iltisaki içerisinde düsününce, bahsedilmesi gereken ilk isim süphesiz Pir-i Türkistan, yani Hoca Ahmet Yesevi olur. Yesevi’nin irsad faaliyetini yürüttügü memleketi Yesi ince bir latife olarak su anda Türkistan diye anilmaktadir ve Kazakistan’in güneyinde Seyhun nehrine yakin bir sehirdir. Önceleri çok genis bir cografyanin ismi olan Türkistan’in bugün Hazret-i Pir’in memleketine tesmiye olunmasi Yesevi’nin hem Türklerin hem de Anadolu’nun manevi hayati açisindan haiz oldugu önemi göstermesi bakimindan mühim bir isarettir.
VAKTIN SUFILERI,SUFILERIN VAKTI
DR. KÜBRA ZÜMRÜT ORHAN
Bir tasavvuf kavrami olarak vakit, kisinin içinde
bulundugu zaman parçasini, yani ani ifade eder.
Eser sahibi sufilerden Kuseyri, seyhi Ebu Ali
Dekkak’in, vakiti, içinde bulundugun haldir seklinde tarif
ettigini söyler. Burada hal iki anlama gelir. Bunlardan
biri simdiki zaman, yani geçmisle gelecek arasindaki
andir. Arapçada geçmis, simdiki ve gelecek zamanlar
için mazi, hal ve müstakbel kelimeleri kullanilir. Halin
ikinci anlami ise insanin yasadigi sevinç, keder, cosku
gibi psikolojik durumlardir. Tasavvufta hal ve vakit kelimeleri
birbiriyle irtibatlidir. Hali vakti yerinde olmak
deyimi de bu iki kavramin iç içeliginin bir tezahürüdür.
Bazi sufiler vakti bedene, hali de ruha benzetmisler
ve vaktin daima hale muhtaç oldugunu söylemislerdir.
Vakti, içinde bulunulan hal olarak tanimlayan Seyh
Dekkak, bunu su sekilde açiklamaktadir: “Eger gönlün
dünyayla mesgulse vaktin dünyadir, ahiretle mesgulse
vaktin ahirettir. Eger neseliysen vaktin nesedir, hüzünlüysen
vaktin hüzündür.” Onun bu açiklamasindan
vaktin, insanin üzerinde galip olan hal oldugu anlasilmaktadir.
Müellif sufilerden Hücviri ise vakti, insani
geçmis ve gelecek düsüncesinden kurtaran sey olarak
tarif etmektedir. Ona göre bu mertebeye ulasmak herkesin
kari degildir. Ona göre vakit erbabi söyle düsünür:
“Geçmis ve gelecek hususunda bizim bilgimiz yoktur.
Bizim için, vakit içinde Hak ile hos olmak vardir. Çünkü
dünle mesgul olur veya yarinla ilgili bir sey düsünürsek,
vakitten mahrum kaliriz.”
HADIS ILMININ BÜYÜK ALIMI:IMAM TIRMIZI (ra)
ISLIM GÜMÜSTEKIN
Hadis ilminde büyük otoritelerden biri olan Ebu Isa Muhammed bin Isa bin Sevre et-Tirmizi, Hicri 209 senesinde bugünkü Özbekistan sinirlari içerisinde bulunan Tirmiz’de dünyayi tesrif etmistir. Meshur bir muhaddis olmasina ragmen aile hayatiyla ilgili bilgiler oldukça sinirlidir. Bu hususta sadece Imam Tirmizi’nin Merv’den gelip Tirmiz’e yerlesen bir aileye mensup oldugu ve Beni Kays Aylan kabilelerinden Beni Süleym’e nispetle Sülemi nispetiyle de anildigi bilinmektedir.
Tirmizi’nin içinde yasadigi ve özellikle talebelik yillarini sürdürdügü süreç büyük Islam alimlerinin yetistigi son döneme rastlar. 20’li yaslarina kadar ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Tirmiz’de ilim tahsilinde önemli mesafeler kat eden Tirmizi, o bölgede pek çok muhaddisten rivayetler almis ve bulundugu bölgenin ilmi feyiz ve bereketinden en iyi derecede istifade etmistir. Bu süreçten sonra büyük hadis alimlerinden olana kadar çogu seyahatlerle geçen uzun, canli ve hizli bir talebelik evresi geçirmis ve hayranlik uyandiracak bir gayret içerisinde tedrisatini sürdürmüstür. Horasan, Rey, Vasit, Hicaz, Basra ve Kufe gibi sehirlere ilmi seyahatler gerçeklestiren Tirmizi, buralarda sayilamayacak kadar çok seyh ve raviden hadis almis ve onlarin ders halkalarinda Hazret-i Peygamberin sözlerinin takipçisi olma serefine nail olmustur. Bu egitim süreci içerisinde bütün hocalari, bir muhaddiste bulunmasi gereken özelliklerin onun zatinda mündemiç oldugunu ve onun hadisleri toplama, ayiklama ve tasnif etme konusunda üstün bir kabiliyete sahip oldugunu dile getirmislerdir. Özellikle Imam Buhari, uzun soluklu dersler yaptigi ve derin bir münasebet içerisinde oldugu talebesi Tirmizi’ye; “Aslinda benim senden faydalandiklarim senin benden faydalandiklarindan daha çoktur.” diyerek onun ilmi üstünlügüne sehadetini/itirafini dile getirmistir. Ancak Imam Tirmizi hocalarinin kendi hakkindaki iltifat ve takdirlerini büyük bir tevazuyla karsilamis ve onlara olan minnet ve hürmetini her zaman sürdürmüstür. Bunun en önemli yansimalarindan biri, Imam Tirmizi’nin de en çok istifade ettigi hocasi Imam Buhari için, “Sünen’imde hadis illetleri, raviler, hadis tarihiyle ilgili bilgilerin çogu, Buhari ile yaptigim mübahaselerin mahsulüdür. Horasan ve Irak’ta onun kadar hadis illetleri ve tarihinde alim hiçbir kimse görmedim.” ifadesiyle üzerindeki emegi dile getirmesidir.
EBU TALIB EL-MEKKI (ks)ILE HASBIHAL
DR. NURULLAH KOLTAS
Ebu Talib el-Mekki: Garip demlerdeyiz kardeslerim. Önceleri insanlar arkadaslariyla karsilasip, “Halin nasil, haberler nasil?” diye sorduklarinda, bunu, “Nefsinle mücahedede ve bu yolda sabirda ne haldesin, iman ve yakin ilmi konusunda kalbinin hali nasildir?” demek için sorarlardi. Ayrica kardeslerinin Mevla ile muamelelerinde nasil oldugunu, ahiret islerindeki durumlarinin ne âlemde oldugunu, güzel hallerinin artip artmadigini ögrenmek isterlerdi. Büyükler bir araya geldiklerinde ise kalbi halleri müzakere edip ilimlerin gerektirdigi amelleri tarif ederek onlari tanitma cihetine giderlerdi. Bugün birisi için “hali, vakti yerinde” dedigimizde, bu ifade bütünüyle dünya islerini tasvir etmekte. Bazi ilimlerle mesgul olup bir açigi kapatiyoruz kapatmasina. Lakin marifet nurundan uzak kaldikça kemalat nesvesinden de uzaklasiyoruz. (Ebu Talib el-Mekki, Kutü’l-Kulub, I/107) Allah’i bilmenin ayni zamanda imanin da ölçüsü oldugunu unutuveriyoruz. (Kutü’l-Kulub, II/30)
Seyyar: Efendim, Hücviri “Allah hakkinda alim olmayan, O’nun hakkinda arif olamaz.” (Hucviri, Kesfu’l-Mahcub, s. 398) diyor. Diger bir deyisle Hakk’i bilmeyen, O’nu (cc) taniyamamakta. Bu durumda imani nereye konumlandirmak gerekir?
Ebu Talib el-Mekki: Allah kimin kalbine nurunu koyarsa, o kalbi Islam’a açar. Ona hak yolunu tanitir ve onu imanda muvaffak kilar. (Kutü’l-Kulub, I/20) Allah Tealayi bilmek ve O’na (cc) iman etmek birbiriyle iç içedir, birbirinden ayrilmazlar. Allah Tealayi bilmek, O’na (cc) imanin ölçüsüdür. Onunla fazlalik ve noksanlik birbirinden ayirt edilir. Çünkü ilim, imanin zahiridir, onu açar, onu ortaya koyar. Iman ise, ilmin batinidir; onu parlatir, nurunu yakar. Bu durumda imanin ilmin dayanagi oldugu söylenebilir. Ilim ise imanin kuvvet ve lisanidir. Iman bakimindan ziyadelesme, zayiflama ve noksanlasma, Cenab-i Hakk’i bilme ya da marifetteki fazlalik, noksanlik, kuvvet ve zayifligina göre degisir. Imanin en üst derecesi, müsahededir. Müsahede ise marifet, yakin ve imandan hasil olur. Bunun misali ise bugdayin un, kavut ve baslangiçta undan ortaya çikan özdür. Bütün manevi makamlar, imanin nurlari içinde mevcuttur ve yakin ilmi tümünü kuvvetlendirir. (Kutü’l-Kulub, II/30-31)
EVLILIKTE MUTLULUGUN SIRRI
ISMAIL ACARKAN
Peygamberimiz daima “kolaylastiriniz” tavsiyesinde bulunmus, “Sizler zorlastirici olmakla degil kolaylastirici olmakla emrolundunuz.” seklindeki sözleriyle tavsiyesini vurgulamistir. (Buhari, Edep, 80)
Toplum hayatinin temel tasi olan ve nefsin sükun bulmasi için Allah’in bir isareti olarak tanimlanmis olan evlilik ve aile; Islam’da çok önem verilen ve desteklenen bir degerdir. Nitekim Peygamberimiz, “Evlenecek kisilere Allah muhakkak yardim eder.” (Nesai, Nikah, 5) buyurmustur. Peygamberimizin, evliligin kolaylastirilmasini tesvik hususundaki hadis-i serifini de unutmayalim, “Nikahin en hayirlisi, kolay ve külfetsiz olanidir.” (Ebu Davud, 2; 591 )
Evlilik ve nikah sürecinde hem iki tarafin hem de yakin akrabalarin istek, beklenti, arzu ve hevesleri devreye girebilir. Tüm bu arzu, istek ve heveslerin karsilanmasi bazen imkansiz oldugu gibi çogu zaman da gereksiz ve yanlistir.
TASAVVUF SÖZLÜGÜ
ÖMER ASLAN
ITISAM
Arapça asame kökünden gelen itisam kelimesi sözlükte; bir nesneye el ile yapisip tutmak, sikica bagli olmak, siginmak, masiyetten çekinmek ve sakinmak gibi anlamalara gelmektedir. Allah’in lütfuyla günahtan korundu cümlesinde oldugu gibi korunmak, imtina etmek anlaminda da kullanilmaktadir. Istilahi olarak itisam; Allah’in insanlara gönderdigi son din olan Islam’in emir ve hükümlerine sarilmak, yasaklarindan ve günahlardan da sakinmaktir. Bunun yani sira, zan ve sek içeren tüm tereddütlerden kurtulmak seklinde de tanimlanmistir.
Kur’an-i Kerim’de buyurulan, “Hep birlikte Allah’in ipine simsiki sarilin.” (Al-i Imran, 103), “Kim Allah’a simsiki baglanirsa, kesinlikle dogru yola iletilmistir.” (Al-i Imran, 101), ayetlerinde itisam kelimesi, sarilmak anlaminda kullanilmistir. Bu ayetlerle ayni manada kullanilan itisam bi’s-sünne kavrami, Peygamberin sünnetine baglilik seklinde ifade edilmistir.
Ahmed Ziyaeddin Gümüshanevi Hazretleri (v. 1893) itisami üç kisma ayirarak bu kisimlari su sekilde açiklamistir: Itisam-i amm, Allah’in dinine sarilmaktir. Itisam-i has, Allah’in ipine sarilmaktir. Itisam-i ahas, Allah’a sarilmaktir.
KIRKAMBAR
M. NEZIHI PESEN
EFENDIMIZI SEVDILER VE ANLATTILAR
Kudemadan alimlerimiz, sufilerimiz yani gerçekten
büyük olanlar Resulullah Efendimizi
suret ve siretiyle çok güzel tarif etmislerdir.
Çünkü O’na (sas) muhabbet ve hasretleri ziyade idi.
Iste bunlardan biri de Üsküdar’in mihmandari Aziz
Mahmud Hüdayi Hazretleridir. Onun Hülasatü’l-Ebrar
isimli eserinde yer alan cümlelelerine kulak kesilelim
ve hangi faziletleri kaybettigimizi hatirlayip gayrete
gelelim insallah:
Resulullah (sas) insanlarin en yumusak huylusu ve
cömerti idi. Yaninda para bir gece bile kalmazdi.
Hayasi en fazla olan insandi. Bundan dolayi yüzüne
devamli bakilmazdi. Hür olsun, köle olsun herkesin
davetine giderdi. Kendisine sunulan ister bir yudum
süt olsun, ister bir tavsan uylugu olsun onu kabul
eder, yer ve onunla yetinirdi. Fakat sadaka kabul
etmezdi. Allah için kizar, kendi nefsi için kizmazdi.
Yemek için hazirda ne varsa onu yer, hiçbir yemegi
kötülemezdi. Buldugunu giyerdi; bu bazen ince bir
elbise, bazen bir hirka, bazen de bir cübbe olabilirdi.
Diger taraftan Resulullah ayakkabasini tamir eder,
elbisesini diker, ev islerine yardim ederdi.
Hazret-i Peygamber güzel kokuyu severdi, çirkin
kokuyu sevmezdi. Yumusak huylu, cömert yaratilisliydi;
insanlarla iyi geçinirdi. Tatli dilli, güler yüzlü
idi fakat kahkaha atmazdi. Hüzünlü bir durusu vardi
fakat asik suratli degildi. Yerine göre hiddetli olur
fakat kimseyi azarlamazdi. Mütevazi idi fakat kendisini
zillete düsürmezdi. Cömertti fakat müsrif
degildi. Akrabasini arar, Müslümanlara merhametle
davranirdi. Ince kalpliydi, gözlerinin önüne bakardi,
gerekmedikçe konusmazdi. Bu yüzden çogunlukla
sükut ederdi.
BEYIN ÖLÜMÜ VE ORGAN NAKLINDE BAZI GERÇEKLER-2
KEMAL ÖZER
Önceki sayimizda beyin ölümünün ve organ
naklinin tarihçesine kisaca temas etmistik.
Simdi ise kisa bir özet çikarip bahse devam
edecegiz. Batili hayat biçiminin dayatilmasi neticesinde,
dogudan batiya, kuzeyden güneye dünyanin
her yerinde, özellikle zenginler olmak üzere pek çok
kisi sihhatini kaybetti; dolayisiyla organlarini da.
Dünyaya tutkulu olan Batili insan ve onlarin izinden
giden diger insanlar, dünyevilesmenin bir neticesi
olarak kaybettikleri organlarinin yerine yedek parça
arayisina girdiler. Kendisine ondan fazla organ nakli
yapilan ve vericileri gizli tutulan David Rockefeller’e ait
Harvard Üniversitesi, 1968’de ölümün tanimini degistirip,
ihtilaflara neden olan beyin ölümü mefhumunu
ekledi.
Bu iddiaya göre beyin ölümü teshisi konulan kisi hayata
bir daha dönemezdi. Oysa aradan geçen elli yil, beyin
ölümünün kabulünü güçlendirmek bir yana, devletlerin,
sirketlerin, tip sektörünün, vakiflarin, bazi dini yapilarin
ve birtakim sahislarin bütün kampanyalarina ragmen
zayifladi. Inananlari artmak yerine azaldi.
Zira beyin ölümü teshisi konulan kimseler organlari
alinirken hayata döndü, doktoru dövdü, organ bagisinda
bulunmayanlar ise ya morgda ya da mezarda
uyandi. Bu gerçekler ne kadar gizlense de, bazilarinin
medyaya yansimasi engellenemedi. Beyin ölümü tanimi
hakkinda pek bir sey bilmeyen pek çok doktorun ise
kendilerinin organlarini bagislamaktan imtina ettikleri
görüldü. Hatta dünyada en az organ bagisinda bulunanlarin
doktorlar oldugu ortaya çikti. Çünkü bunun
gerçek ölüm olduguna doktorlar dahi inanmiyordu ama
kampanyada ön saftaydilar.
Iste tam da bu yüzden pek çok kisi, beyin ölümü gerçekten
ölüm mü sorusunu daha yüksek sesle soruyor artik!
Biz de bundan hareketle kaleme aldigimiz Organ Nakli
Hakkinda Gizlenen Gerçekler kitabini hazirlamistik.
(Yazilarin tamami Ilim ve Irfan dergisinin Temmuz, 2018 sayisinda.)