Insanin fitrati tertemizdir.
Ne var ki zamanla disardaki
enkazin, toz dumanin külleri
üzerine düser. Esyayla temas,
kabugunu kirletir. Buna ragmen
temiz olan öz hep bir kivilcim, bir
dokunus bekler. Çünkü silkelenmesi,
küllerini temizleyip ortaya
çikmasi her zaman mümkündür.
Kendisine ait bir seyle karsilastigi
an adeta yeniden dirilir. Binbir
kapisi vardir ama tamaminin sifresi
samimiyete, sahicilige ayarlidir.
Samimiyetimizin karsimizdaki fitratin
nesvünema bulmasina sebep
olmasi bundan. Üzeri küllenmis
fitrat kendi dünyasindan bir sinyal
almis gibi samimi bir dokunusla, bir
tavirla, bir bakisla yeniden dirilir
adeta. Iste Peygamber o dokunustur.
Hâli ile nice kusatilmis, esir
alinmis fitrati kendi özüne döndürür.
Gösteristen uzak, sade, samimi
tavirlariyla insanin öleyazan fitratlarina
can suyu olur. En karanlik
anda bir isik olur ve karanligi hiç
var olmamisçasina yok eder. O’nun
bu büyük etkisi ise sözünden çok,
fitrata uygun bir hâl olarak ortaya
çikmasindandir. Fitrat peygamber
ile mücessem hâle gelir.
Sözün elbette bir kiymeti vardir.
Neticede vahiy de bir söz olarak
indi. O söz tedricen bir tavra, bir
davranisa, bir hayata dönüstü.
Adina sünnet dedigimiz o pratigin
kökü son tahlilde bir sözdür. Hayatimizin
tümünü kusatan din, Ilahî söz
üzerine insa edilmistir. Yüce Allah
görülemez, hakkiyla bilinemez,
kusatilamaz, dokunulamaz oldugu
için, insanlara peygamberler marifetiyle,
örnek alinmasi gereken yüce
hâllerin canli-kanli örneklerini göstermistir.
Peygamberleri de kendisi
terbiye etmis ve gönderdigi sözler
ile onlari bir örnek ve rehber olarak
insanlarin arasina birakmistir. Iste
Peygamber, Allah’in insandan sergilemesini
istedigi hâlin en yüksek
numunesidir. Allah’in yarattigi
insandan muradi, peygamber gibi
yasamasi, en azindan bu yolda çaba
sarf etmesidir.
Allah, peygamberleri vasitasiyla
gönderdigi vahiyle etrafimiza
bakip ibret almamizi murad eder.
Bize varligin kesintisiz bir zikir
halinde oldugunu haber verir. Zerreden
küreye, enfüsten âfâka her
yaratilmisin kendi dilinde konustugunu
ve Allah’i tesbih ettigini bize
bildirir. Disaridaki malayani söz
ve gürültüye, oyalayici ve ayartici
gündemlere kulaklarimizi tikayabilirsek
bu narin sesleri duyabiliriz.
Agaç konusur, tas inler, dag korkar,
su feryat eder. Rüzgârda dinmeyen
bir melodi vardir. Her kar ve yagmur
tanesi zikir halinde iner. Yildizlar,
ay ve günes kendi yörüngelerinde
akarken hâl dilleriyle bir seyler
fisildar dururlar. Sadece canlilar
degil cansiz diye bildigimiz varliklar
da yaratildiklari amaca uygun
sekilde davranir, hâlleriyle ibadet
ederler. Kulaklarimiz kirli seslerle
dolduruldugu için bu ulvi nidalari
duyamiyoruz. Kuslarin, börtü böcegin
dilini anlayacak incelikten
mahrum kalan insanoglu, hüsraninin
büyüklügünü ne zaman
anlayacak, ah!
“Küpün içinde ne varsa disa onu
sizdirir” der Yunus Emre Hazretleri.
Bütün mesele içimizdekinin
sizacak ve tasacak kadar bizde yer
etmis olmasidir. Bu sekilde vücut
bulmus olan söz de artik hâlin dile
gelmesi anlamina gelecektir. Orada
dile gelen hâldir. Söz adeta o hâlin
tercümanidir. Hâlin arkasindan
gelen, onu izleyen sözün önünde
de hiçbir güç duramaz. Zira kalpten
tasan söz, varlik sahasinda dokundugu
her seyi etkisi altina alir. Diger
kalplerin önünde onun girisini
engelleyecek bariyerler yoktur. Çok
olmasi, uzun olmasi, süslü olmasi
degil neset ettigi kaynagin kokusunu
ve rengini tasimasi ona bas
edilemez bir güç verir.