Dilimize adab-i muaseret olarak yerlesmis olan siklikla
kullandigimiz bir kavram
var. Bu kavram kültürel
bir meseleyi ifade etmekle beraber
mensei ve beslendigi kaynak dindir.
Adab-i muaserete, dini hassasiyetlerden beslenen ve onlari gündelik
hayatin bir parçasina dönüstüren,
giderek bir yasam formu haline getiren kurallar da demek mümkün.
Halk topluluklari içinde yasayan,
yasatilan bu edepler, genellikle dinden beslenmelerine, dini bir kaideye
yaslanmalarina ragmen, hiçbir
zaman bir din kurali seklinde takdim
edilmemislerdir. Ama bunlar ayni
zamanda din disi bir mesele olarak
algilanmamislardir.
Müslüman dünyamizi insa eden bu
kurallar manzumesi asirlar içinde
olusmus, tevarüs edilmis, güçlü
bir gelenegin içinden süzülerek
hayatiyetini sürdürmüstür. Kültürel kodlarla da çok yakin bir temas
içinde olduklari için farkli Islam cografyalarinda farkli muaseret kurallari
gelismistir. Ki bu da Islam’in insanliga kazandirdigi zenginliklerden biri
olmustur. Ayni zamanda bu, Islam’in
–temel ilkeleriyle çelismedigi sürece alt kültürlere, örfe nasil hayat hakki
tanidiginin da bir delilidir. Fas’tan
Endonezya’ya, Balkanlardan Orta
Asya’ya yayilan büyük medeniyet
tecrübemizde, temelde ayni ilkelere
dayanan ama uygulamada birbirinden farkli sayisiz kültürel tecrübenin
varligi ve bunlarin asirlarca hayatiyetlerini sürdürmesi bunun en büyük
sahididir.
Sunu da ilave etmeli ki adab-i muaseretin sekillenmesi, çogunlukla
dinin özgün bir yorumu olan irfani
gelenekler ve tasavvufi mektepler
eliyle olmustur. Tarikatlarin dini bir
hâle dönüstürme çabalarinin sonucu
olarak birçok dinî mesaj kültür seklinde kodlanarak incelikli bir sekilde
ve nezaketle toplum hayatinin içine,
derununa zerkedilmistir. Tarikatlarin bu noktadaki fonksiyonu hayati
derecede önemlidir.
Geriye dönüp baktigimizda, maalesef, bu geleneklerin, yazili olmayan
bu inceliklerin yavas yavas hayatimizdan çekildigini görüyoruz. Bu
mahrumiyet hayatimizi tekdüze,
nezaketten yoksun, yüzeysel, manasiz ve ruhsuz bir hale getirmistir.
Benim çocuklugumda sahit oldugum
bir incelik vardi mesela. Büyüklerimiz bizleri, pisirilen yemegin kokusu
komsuya gitmemeli, hak dogar, diye
uyarirlardi. Bunun önlemi alinamiyorsa en azindan komsulara o
yemekten bir miktar ikram edilmesi
tavsiye edilirdi. Ve suna da çok defa
sahit olmusumdur: Alisveris posetleri
daima içini göstermeyen kalin ve
koyu olanlarindan seçilirdi. Içinde
ne oldugu bilinmemeliydi. Göz hakki
dogardi.
Maalesef bu inceliklerden giderek uzaklasiyoruz. Özellikle sosyal
medya batakligi bizleri, yedigimizi,
içtigimizi, giydigimizi sorumsuzca
teshir ettigimiz bir podyumun gösteris budalasi figüranlarina dönüstürdü.
Yedigi yemegin kokusu komsusuna
gitmesin diye önlem alan, buna hassasiyet gösteren bir dünyadan, yedigi,
içtigi, giydigi her seyi sorumsuzca
ortaya döken zamanlara erdik. Ne
büyük musibet!
Zaman zaman bu gösteriyi tahdis-i
nimet kilifiyla mesrulastirmaya,
basitlestirmeye çalisanlar oluyor.
Buradaki sorun sudur: Allah’in bize
bahsettigi nimetleri ortaya dökerken, ölçüyü kaçirmamak gerek. O
nimetten mahrum olanlari, ondan
mahrumiyetle intihan edilenleri
incitmemeye, imtihanlarini daha
da zorlastirmamaya dikkat etmek
gerekir. Nice insanin bu nimete erisemedigini hesaba katmamiz lazim.
Adab-i muaseret bir toplulugu millet,
ümmet yapan seydir. Yazili olmayan
ama toplumun ana damarlarinda
yasayan bu kurallar marifetiyle fertler birbirleriyle ünsiyet kurar, iç içe
geçer ve birbirlerinin hukukuna riayet eder hale gelir. Bu kurallar, zaman
içinde suurlu birliktelikler insa eder.
Kalabaliklari cemaat yapar, millet
yapar, ümmet yapar.
Muaseretin bir anlami da musahabedir. Yani dostluk, arkadaslik kurmak.
Bu edepler, kurallar yasatildiginda,
toplumun fertleri birbiriyle yaris ve
rekabet halinde olmaz, dost ve arkadas olurlar. Islam, dâhil oldugu her
toplumda bunu yapti. Bati’nin bugün
yikmaya çalistigi ve kismen basarili
oldugu da tam olarak budur.