Ömür dedigimiz sey, baslangicini ve bitisini tayin edemedigimiz bir zaman dilimini ifade eder. Kâri da zarari da, insanin bu zaman araligindaki çabasi veya ihmali tayin eder. Bununla birlikte, bu sinirli ve belirsiz zaman araliginda yapilmasi gerekenler çok net, apaçik bir biçimde insana bildirilmistir. Yani ömrün baslangici ve bitisi belirsiz ama onu ebedîlestirmenin yollari apaydinliktir: Kurallar konulmus ve insan onlardan haberdar edilmistir. Bu kurallar asla degismeyecektir. Tüm bu kurallari da, insanin verdigi ‘ilk söz’e, misaka sadik kalmasi seklinde özetlemek mümkün.
Elest bezminde kisaca “evet” dedigimiz, emaneti yüklenirken sözünü verdigimiz ve serefli halifelik unvanini alirken zimnen taahhüt ettigimiz her sey, Allah’in peygamberleri vasitasiyla daha sonra bize tafsilatli bir sekilde açiklanmistir. Allah’in salih kullari da her zaman, insanlara, verdikleri o sözü unutmamalarinin hayatiyetini hatirlatmislar, Allah’la yaptiklari ve kutlu peygamberlerinin de içerigini genis genis açiklayip serh ettikleri, tefsir ve tebyin ettikleri o mukaddes emanete ihanet etmemelerini ögütlemislerdir. Daima dünyanin bir fena yurdu oldugu, ebedî hayatin öte tarafta bizi bekledigi gerçegini belirtmisler ve fani olana faniligi kadar deger verilmesi gerektigini söylemislerdir.
Dünya bir imtihan yeridir. Buranin ebedî bir yurt olmadigi her akli basinda insanin malumu. Kaldi ki insan, bu durumu neredeyse her gün çesitli vesilelerle görür. Her ölüm, her gidis insana, burada kalici olmadigini söyler hakikatte.
Ama vakia sudur ki; insan dünyayi gereginden fazla ciddiye aldi, ona fazla bel bagladi. Misafir olarak kisa süreligine konakladigi/ konaklayacagi hani sahiplenmeye kalkisti. Emanet olarak aldigi her seyi mülkiyetine geçirmeye çalisti. Uzun planlar, büyük hayaller kurdu dünya hakkinda ve onlara ulasmak için de her yola tevessül etti: Yalan söyledi, zulmetti, kalp kirdi, hak gasp etti. Imar ve insa etmesi gerekirken, onu, tahakküm ve zulümle doldurdu. Bir müddet soluklanip yoluna devam edecegi bir gölgelik gibi görmesi gerekirken, ebediyen yasayacakmis gibi ona dört elle sarildi. Bu hedefine ulasmak için de her yolu denedi. Üzdü, öldürdü, harcadi. Emin olmanin geregi olarak etrafina emniyet telkin etmesi gerekirken, dehset saçti. Kirdi, döktü, bozdu. Ve kan döktü. Korumakla mükellef oldugu emanete hakkiyla sahip çikmadi; onu zayi etti. Giderek haddini asti, emanetin gerçek sahibine meydan okumaya basladi, O’nu yok saydi. Netice olarak da insan nankör ve hain oldu.
Tasavvuf burada, iddia edildiginin aksine dünyayla iliskide bir denge tavsiye eder. Menkibelerde yer yer asiri bir dünya elestirisi gözükse de, büyüklerin hayatinda genellikle bu itidal öne çikar. Bir sufi sözünde ifade edildigi gibi, “onlar dünyanin içine girerler ama dünyayi içlerine almazlar.” Hadis-i serif’te geçen “… hiç ölmeyecekmis gibi dünya için çalis.” ifadesini ise onlar, ‘aceleye ve telasa gerek yok, dünya isleri ötelenebilir, ertelenebilir’ diye anlamislar ve paniklemenin yersiz oldugunu ifade etmislerdir.
Bir sufi büyügüne atfedilen su menkibe bu söylediklerimizi çarpici bir biçimde özetliyor aslinda: Dönemin zalim bir yöneticisi, Ubeydullah-i Ahrar Hazretlerine ait bazi mallara el koyar. Durumu Hazret’e haber verdiklerinde “Elhamdülillah” der. Bir müddet sonra hata isledigini anlayan zalim yönetici, gasp ettiklerini geri verir ve özür diler. Yeni gelismeyi haber verdiklerinde, büyük veli yine “Elhamdülillah” der. Sonralari bu durumu müridlerine söyle açiklar: “Allah’a yemin olsun ki, ne malimiz gasp edilip alinirken ne de geri verilirken kalbimizde en ufak bir degisiklik oldu: Gidisiyle üzülmedik, gelisiyle sevinmedik. Bu halden dolayi da Allah’a hamd ettim.”
Menkibe bize sunu diyor: Tüm mesele, dünyayla kurdugumuz iliskinin sekline baglidir. Onu kalbimize ve hayatimizin merkezine almadiktan sonra korkulacak bir durum yok. Kaldi ki dünya Allah’in sifatlarinin tecelli alanidir. Onu büsbütün yok sayip lanetleyemeyiz.
Tasavvuf insanin bakisini nazik bir sekilde kalbine yönlendirirken bu dünyaya baglanma hirsini tamir etmeye çalisiyor aslinda. Mutasavviflar, insanin kalbini kirleten ve onu zalimlestirip hayvanlarin derekesine indiren dünya hirsi ve sevgisini yok etmek için tüm mesailerini harcarken onu aslina döndürmeye çagiriyor hakikatte. Dikkatlerini ölüme ve ölüm ötesine yöneltmek için yogun bir gayret sarf ederek onu layik oldugu dereceye yükseltmek istiyor. Çünkü insanoglu, göklerin, yerin ve daglarin tasimaya cesaret edemedigi o mukaddes emaneti yüklenirken ona sahip çikmayi da vaadetmis, ‘emin’ olma ve bu sifatin gerektirdiklerini yerine getirme sözünü de vermisti.
Hakikatte emaneti yüklenmek yeryüzünde Allah’in halifesi olmayi kabul etmektir çünkü. Yani varliga Allah Teâla’nin diledigi sekilde bakmak, dünyayi O’nun istedigi sekilde imar ve tanzim etmek… O’nun iradesini hesaba katarak tasarrufta bulunmak ve ona uygun adimlar atmak… Çünkü emanetin sahibi varligi ona emanet etmisti.
Insana düsen sözünü tutup ona sadik kalmaktir. Bunun için de önce verdigi sözü hatirlamasi gerekir. Unuttugunu hatirladiktan sonra gerisi çorap sökügü gibi gelecektir.