Günlük kosturmalarimiz içinde karsimiza çikan her durum, gördügümüz her sey bize ayni hakikati hatirlatiyor: faniyiz ve ölecegiz. Dogup batan günes, kuruyup dalindan düsen yaprak, burusan yüzler, dogan ve büyüyen bir bebek hep o noktaya isaret eder. Esyaya ve insana ibret nazariyla bakan herkes, kah fisildayan kah haykiran bu gerçegi görür.
Modern dünyanin en büyük meselesinin de bu hakikatle oldugunu, tüm planlarini bu hakikatin üstünü örtmek üzerine kurdugunu söylemek abarti olmaz sanirim. Denilebilir ki tüm oyun ve eglenceler; insani düsünmekten alikoyup bu yalin gerçekle yüzlesmesini engellemek içindir.
Bu tesbitin diger yüzünde ise su var: Insan burada kalici olmak ister. Çünkü yaradilis olarak sonsuzluga ayarlanmistir. “Allah’in sevgili ve özel kullari” olduklarini iddia eden Yahudilere, Kitabimizin, “haydi öyleyse ölümü dileyin de cennete kavusun. Ama yok. Onlara kalsa yeryüzünde binlerce yil kalmak isterler” seklinde anlasilabilecek bir cevap vermesi, ayni zamanda o insani ve fitri duruma da isaret eder: Insan ebediligi arzuluyor.
Iste trajedi de burada basliyor. Insan fani olma ‘gerçegi’ ile ebedi kalma ‘arzusu’ arasinda gelgitler yasar ve ruhi anlamda bir tatmin arayisina girer. O tatmine ulasamazsa boslukta sallanir, durur. Sonuç: bunalim, sapkinlik, intihar...
Meselenin tam burasinda din -Islam tabii ki- devreye girer ve insana ebedilik kapilarini açacak, onu çikis yoluna götürecek bir anahtar sunar. Bu anahtarla, açmaz gibi görünen bu durum kesin bir çözüme kavusur: Insan bir kere varolmakla bir daha yokolmayacak, sadece alem ve boyut degistirerek ebediyete ve bekaya uzanacaktir. Bu teselli, çikis yolu arayan insani o korkunç ve belirsiz ‘yokolma fikri’nden kurtarir, insanoglunun en büyük acisi ve ruhi istirabi olan bu düsünceyi bertaraf eder.
Bu durumu Yunus Emre söyle özetlemis: “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi degil.”
Insanlara, yaratildiktan sonra bir daha yok olmayacaklarini söyleyerek ruhi bir onarim yapan din, bu hatirlatmayla hesaba çekilecegini de zimni olarak ifade eder. Bu da sosyal birçok sorunu halleden bir tedbire dönüsür. Öyle ya, herkes hesaba çekilecekse insanlar birçok yanlistan, sadece hesap endisesiyle de olsa uzak dururlar.
Iste burada ahlak devreye girer. ‘Insanin kendi disindaki herseyle dogru iliski kurmasi’ seklinde ifade edebilecegimiz güzel ahlak, ahiret endisesinin insan hayatina çeki-düzen vermesinin sonucu olusur.
Hesap verecek olmak, insani ahlaki olana, kainatla saglikli ve dürüst bir iliski kurmaya zorlar ve bu da ona ebedi saadetin kapilarini açar.
Söyle bir döngü var: Insanin fitratinda varolan ebedilik duygusu öte dünyanin gerekliligini gösterir. O da kendisiyle yüzlesme anlamina gelir. Bu durum da insani dürüst ve ahlakli davranmaya zorlar.
Bunun yaninda; iyiligi ve ahlaki tutumu, yalnizca hesap verme korkusuyla açiklamak eksik olur. Özellikle tasavvufi ve irfani yaklasimda hesap, ceza ve mükafattan öte bir beklentinin varoldugunu, hatta ‘beklenti’nin bile bir yerde bittigini belirtmek gerek. Bu mutlak teslimiyet, özel bir haldir ve onu yalnizca tadanlar bilir.
Dergimiz Ilim ve Irfan’da dosya konusu olarak ‘güzel ahlak’i belirlerken, meselenin bu farkli boyutlarina da dikkat çekmek istedik.
Önümüzdeki ay görüsmek üzere...