Kur’an-i Kerim bize, sahip
oldugumuz imkânlarin
birer “fitne” oldugunu haber
verir. Günlük kullanimimizda fitne
asil anlamindan epeyce uzaklasmis
ve neredeyse fesat/ kötülükle
esdeger bir manaya indirgenmis
ama sözlüklerde bu kavramin
kötülük tarafi da olmakla birlikte
nötre yakin bir mana tasidigini
görmekteyiz. Mesela kuyumcu,
ayni kökten gelen fettandir. Sözlüklerde
gönülçelen, akil karistiran,
bastan çikaran manasina göndermeyle
kadina da fettan denilmistir.
Altin ve gümüs “iki fettan”dir, ayni
zamanda hirsiz ve seytan da öyle
adlandirilmistir. Öyleyse fitne
olarak karsimiza çikan durum ve
nesnelerin mutlak bir kötülügünden
söz edemeyiz.
Fitne sözlükte “altin ve gümüs gibi
degerli madenlerin safligini anlamak
için atesle eritmek” anlamina
gelir. Kavramin birçok anlami
olmakla birlikte tümünün vardigi
nokta sinamaya, atese atarak
denemeye ve bunlarin türevlerine
çiktigini söylemek mümkün.
Öyleyse fitne, hayir olsun ser olsun,
imtihan oldugumuz her seydir. Iste
bu sebeple önümüze çikan bütün
imkânlar bizim için birer fitnedir.
Zenginlik de makam da mülk
de söhret de öyledir. Mal ve evlat,
makam ve iktidar, sehvet ve servet
sinandigimiz imkânlar olmalari
hasebiyle önümüze birer fitne olarak
çikmaktadirlar.
Güç ve iktidar bir imkândir; birinde
adaletin ve merhametin tecellisine
aracilik ederken, baska birinde
zulüm ve zorbalik enstrümanina
dönüsür. Mal ve servet de öyledir;
iyi olanda infak ve cömertlik sergileme
firsatina dönüsür, kötünün
elinde israf ve gösteris olarak gün
yüzüne çikar. Bunun gibi söhret
kibre de sebep olabilir, iyi örneklige,
güzel ahlak numunesine de vesile
olabilir.
Öyleyse imkân, insanin içindekini
ortaya çikaran asil muharrik, içinin
derinliklerinde yesertip büyüttügü
o duyguya uygun bir zeminin olusmasidir.
Çünkü iyilik de kötülük de,
güzellik de çirkinlik de, vahset de
merhamet de insanin derin dünyasinda
uyku halindedir adeta.
Uyuyan hücreler gibi. Insan kendisi
bile çogu zaman bu durumdan
haberdar degildir belki de. Ancak
onlara uygun bir hal, bir durum,
bir imkân olustugunda canlanip
varlik sahasinda görünmeye baslarlar.
Bundan dolayi bazilarimizin
yasadigi mahrumiyet ve yoksunluk
hayrimizadir aslinda. Içimizde
potansiyel olarak duran kötülük
en azindan tecessüm etmemis olur
ki, bu da kurtulusumuza vesile
olabilir. Ibn Ataullah Iskenderi
Hazretlerinin su sözü, diger bütün
anlamlarinin yaninda buraya da
ince bir gönderme gibidir: “Ne ki
senden alinmistir, o senin hayrinadir.”
Aslinda kivaminda ve kararinda
kalmak kaydiyla, mesru imkânlarin
tamamiyla temas kurmak ayiplanacak
ve kinanacak bir durum
degildir. Hasbelkader bir makama
gelebiliriz. Allah’in lütfuyla maddi
refaha erebiliriz. Yaptigimiz isle
taninan, bilinen bir insan olabiliriz.
Bunlar da bazi görünür çiktilara
dönüsebilir. Insan imkânlarinin ve
halinin degismesiyle birtakim sekli
degisimler yasayabilir. Gündelik
hayat içindeki bu degisimler de bir
yere kadar tabiidir aslinda. Yani
sahip olunan imkânlarin insana
sundugu hazlardan ve konfordan
faydalanmak, dozunda kaldiginda
makul bulunabilir. Ama imkânlarin
bir insani bastan asagi degistirmesi,
onu bambaska birine dönüstürmesi
çok baska ve derin bir soruna
isaret etmektedir. Iste büyük felaket
budur.
Imkân tabiati icabi simartmaya,
tekebbüre müsaittir. Çünkü imkân
sahibi olmak insana içten içe bir
ayricalik, üstünlük ve seçilmislik
hissi verir. Bu, giderek gizli bir sirke
dönüsüp biriciklik duygusu halini
bile alabilir maazallah. Her ne
sekilde olursa olsun; zorla, hileyle,
yalan dolanla, eline geçirdiklerini
hak ettigini düsünmeye baslar
insan. Bu marazi ruh hali zülüm,
tekebbür, israf olarak kendini disa
vurur. Ama baska birilerinde de bu
imkânlar mesuliyet bilincinin artmasina
ve muhasebeye vesile olur.
Bunun bir ikram ve lütuf oldugunu
düsünür ve hakkini vermeye çalisir.
Onlarin sahibi ve maliki olmadiginin
bilinciyle hareket eder. Her
imkâni bir emanet bilir ve ona bu
yüksek suurla temas kurar. Bu asil
ruh halinin disavurumu ise mahcubiyet,
merhamet, adalet, sahavet
seklinde olur.