BILMEK VE YASAMAK
Tasavvufun yüzlerce tanimi yapilabilir. Nitekim sufilerin eserlerinde ve büyük sufilerden aktarilan sözlerde bu kabil tanimlardan bolca bulunur. Bu tanimlarin birçogunun ortak noktasi, tasavvufun bir suur hali oldugu, maneviyat yolcusunun hareketlerine ve sözlerine dikkat etmesi oldugu kadar, içinden geçenlere de hakim olacak bir suur seviyesine erismesinin gerekliligi ile ögrendiklerini yasamasinin zorunlulugudur. Yani sufi uyanik kimsedir. Bilinçlidir, ne söyledigini bilir, ne yaptigini degerlendirir, içinden geçenleri yönetmeye, onlara hakim olmaya, onlari elemeye ve bir düzene koymaya çalisir. Suur derken kasdettigimiz budur. Ikinci olarak, sufi dedigimiz kisi, sadece sözle, kal ile yetinmez. Egitiminin temelini sözler degil, davranislar ve eylemler olusturur. Ögrendigini uygular, uyguladikça bilgiden yararlanabilir.
Tasavvufta, egitim bir rehber gözetiminde olur. Kisi bu egitim sürecinde kendisini yetkin, tecrübeli bir egitmene teslim etmistir. Ama bu teslimiyet bütünüyle pasif bir teslimiyet degildir. Bu teslimiyet, aksine bir uyanikligi, bir suurlanmayi gerektiren bir teslimiyettir. Teslim olan kisi, kendisine dair bütün iç ve dis meselelerden kurtulmus degildir. Teslim olan kimse, artik kendisini dinlemekten ve tartmaktan vaz geçmis de degildir. Tersine, bu teslimiyetle birlikte sözlerine daha ziyade dikkat etmeye, kendisini daha çok tartmaya baslamistir. Dolayisiyla tasavvufun kör bir teslimiyet ve bunun getirdigi bir suur kapanmasi olarak görülmesi son derece yanlistir. Geçtigimiz yüzyilda yasamis Naksi büyüklerinden biri olan Seyh Zeynelabidin Efendiye dervisin kim oldugu soruldugunda, “Dervis, nöbet¬teki askerdir.” demistir. Yani uyanik, düsman hattinda oldugunun farkinda olan, eli tetikte, isbirligine muhtaç, komuta kademesiyle irtibatli, kulaklari ve gözleri hassas, kendisine emanet edilmis canlarin ve vatan parçasinin farkinda.
Bu ifadelerin tamamini tasavvufi ögelere uyarlayabi¬liriz: Dervis de tipki bu asker gibi, uyaniktir; seytan ve nefs düsmanlarinin farkindadir. Eli tesbihindedir. Ihvanindan güç alir. Irsad makamina bu gelismeleri bildirir. Ruhunu, kalbini ve imanini korumak için teyakkuzdadir.
Bu sayimizda, tasavvufun bilmeyi, bilinçli olmayi ve hal edinmeyi gerektirdigini etraflica ele alan yazilarla karsinizdayiz.
Hayirlara vesile olmasini temenni ederiz.
HIDAYET ALLAH’TAN MÜRSID VESILEDIR
PROF. DR. SÜLEYMAN ULUDAG
Hidaye dogru yolu bulmak, hak ve hakikate ulasmak, yol göstermek ve rehberlik etmek gibi anlamlara gelir. Bir gayr-i müslimin, Islam’in hak din olduguna kanaat getirip Müslüman olmasi, hidayete erdi cümlesiyle ifade edildigi gibi, kötülükte israr ve hatada inat eden bir günahkarin hakki görüp ona boyun egmesi ve dogru olani kabullenmesi hali de, hidayete erdi cümlesiyle ifade edilir. Hidayetin, burada bahis konusu edilen iki manasindan daha baska birtakim anlamlari da vardir, bunlara ileride temas edilecektir.
Hidayete erdiren Allah Tealadir. El-Hadi (Hidayete erdiren) Allah Tealanin güzel isimlerindendir. Mutlak anlamda hidayete erdiren sadece aziz ve celil olan Allah’tir ve bu anlamda O’ndan (cc) baska hakiki hadi yoktur. Nebilerin, resullerin, velilerin, alimlerin ve takva sahibi salih mü’minlerin hidayeti mutlak degil mukayyet ve nisbi bir hidayettir ve bütün bu hidayet¬lerin kaynagi da Ilahi inayet ve hidayettir. Gene de bu hidayetler Ilahi hidayetin O’nun (cc) has kullarindaki tecellilerinden ibarettir.
“Hidayetiyle bizi su (nimetine) erdiren Allah’a hamd olsun. Allah bizi hidayete erdirmeseydi, Allah’in hida¬yeti olmasaydi biz kendi basimiza hidayete eremezdik.” (Araf, 43)
“De ki: Hidayet ancak Allah’in hidayetidir.” (Bakara, 120)
“Süphe yok ki, mü’minleri dogru yola ileten Allah’tir.” (Hac, 54)
“Hadi ve yardimci olarak Rabbin sana yeter.” (Furkan, 31)
Demek ki, Allah Teala hakiki anlamda yegane ve mutlak hadidir, rehberdir, yol gösterir.
Allah Teala özel kullarini zatiyla ilgili marifete yönlendirmis, onlar da zat’la ilgili marifetle zat’a sahit olmuslardir. Avamdan olan kullarini ise yaratilmislara yönlendirmistir, onlar da yaratilmislarla O’nun (cc) zat’ina sahit olmuslardir. O (cc) bebege, civcive, ariya hidayet etmistir. Yani bunlardan her birine içgüdü vermistir. (Taha, 50)
TASAVVUF SÖZ DEGIL AMELDIR
ABDULLAH TAHA ORHAN
Isimler degerlidir. Isimler degerini müsemmalarindan alir. Örnegin esma-i hüsna, bize bütün o en güzel isimlerin müsemmasi olan Rabbimizi tanittigi için degerlidir. Ismi koyan kim ise, müsemmayi en iyi taniyan da odur süphesiz. Cenab-i Hak tüm mevcuda¬tin yaraticisi olarak her seye ismini vermis ve bunlari arzda yarattigi halifesi Adem aleyhisselama ögretmistir. Hazret-i Adem’den bu deme insanoglunun edindigi bütün bilgiler, hülasa ilim, bu isimlerin bir nevi yeniden hatirlanmasindan, kesfinden ibarettir: “Allah Adem’e bütün esyanin ismini ögretti.” (Bakara, 31)
Önce isimlendirilen sey yani müsemma gelir, isim ise varligi ona bagli, itibari bir hükümdür. Tasavvuf ve sufi kavramlari için de durum bun-dan ibarettir. Tasavvufu, hürriyet, fütüvvet ve cömertlikte samimiyet; ahlakta kibarlik olarak tanimlayan, fütüvvet hareketinin ilk temsilcilerinden olan Ebü’l-Hasan Busenci’nin (v. 959) henüz çok erken bir tarihte söyledigi su söz tasavvufun hakikati ve ismi arasinda düsünmeye itiyor bizleri: “Bugün tasavvuf, hakikati olmayan bir isimdir. Daha evvel ismi olmayan bir hakikat idi.”
Kuseyri’nin 1045 yilinda Nisabur’da kaleme aldigi meshur Risale’sinde geçen su cümleyi de bu minvalde hatirlayalim: “Simdi sufiler sekil ve kiyafet bakimindan eski sufilere benziyor ama ruh ve muhteva bakimindan baskalasmislar.”
Buradan sunu da anliyoruz; simdi¬lerde çokça yapilan ve aslinda çogu haksiz olan elestirileri, sufiler çok erken tarihlerde özelestiri suretinde yapiyorlardi. Yine bu çerçevede bir diger ilk dönem sufisi olan Ibnü’l- Cella’nin (v. 918) su tasavvuf tarifini hatirlamakta fayda var: “Tasavvuf bir hakikattir, onun resmi ve sekli yoktur.”
ILMI AMELLE TAÇLANDIRMAK
PROF. DR. ALI AKPINAR
Yüce Rabbimizin bir adi da el-Alîm’dir. Alîm, her seyi ayrinti ve incelikleriyle bilen, sonsuz ilim kaynagidir. O’nun (cc) bu ismi ayetlerde 162 kere geçer. O (cc), her seyi bilendir, O’nun (cc) ilmi her seyi kusatmis ve her bilginin üstündedir. O’nun (cc) ilmi, zaman ve sartlara göre degismez. O’nun (cc) ilmi, kullarin bilgisi gibi düsünerek ve çalisarak elde edilen bir ilim degildir. O (cc), her seyin önünü ve sonunu, her zaman ve tüm ayrintilariyla bilir. Gerçegin bilgisini isteyen O’na (cc) yönelmeli, O’nunla (cc) baglanti kurmali, O’nun (cc) engin ilminden nasiplenmeye çalismalidir. Unutulmamalidir ki en serefli ilim, O’nun (cc) bilgisidir, O’nu (cc) tanimak ve O’nun (cc) ilminden nasiplenmektir. O, alimü’l gayb ve’s-sehade, allamü’l-guyub’dur ve en iyi O (cc) bilir: Allahü alem.
O (cc), ilmin kaynagidir, her seyi bütün yönleriyle bilendir. Insana bil¬medigini ögreten ve onu egitendir. “O (cc), Adem’e (as), onun sahsinda insanliga, bütün isimleri ögretti.” (Bakara, 31) “Insana bilmedigini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 4-5)
Insani, bilmedigini ögrenme ihtiyaci ile donatan da yüce Yaratici’dir. Insan merak eder, sorar, sorusturur, ögrenmek, bir seyin aslina ermek için çirpinir durur. Onun fitratinda vardir bu tutku. Insan böyle bir tut¬kuyla yaratilmasaydi, ilim ögrenecek akil gibi melekelere sahip olmasaydi, en önemlisi de her seyi insana en önce ögreten yüce Yaratici’nin alîm sifatinin tecellisi olmasaydi, insan bir hiç olurdu, belki de cemadattan farksiz olurdu.
(Dosya yazilarinin tamami Ilim ve Irfan'in Ekim (50. sayi) sayisinda.)